AYDIN / KUŞADASI

Aydın, Türkiye‘nin bir ili ve en kalabalık yirminci şehri. 2014 itibarıyla 1.041.979 nüfusa sahiptir. Ege Bölgesi‘nde yer alan, turizm ve tarım açısından en gelişmiş illerdendir. Ege Denizi‘ne kıyısı vardır. Didim ve Kuşadası gibi Türkiye’nin iki önemli turizm merkeziyle turizm potansiyeli yüksek bir ildir. Plaka kodu 09’dur. Aydın, Türkiye’nin ilk demiryolu kurulan şehridir. Aydın’da çok sayıda tarihî eser bulunur. Türkiye’nin en uzun ikinci tüneli buradadır. Nüfus bakımından Ege Bölgesi’nin İzmir ve Manisa‘dan sonraki 3. büyük ilidir. İlde 17 ilçe bulunur.

Kuşadası Türkiye‘nin Aydın iline bağlı bir ilçedir. İlin kuzeybatısında bulunan ilçe, Efeler‘e 71 km. uzaklıktadır. İzmir iline uzaklığı 96 km,Efes Antik Kentine 20 km,Selçuk ilçesine 15 km,Bodrum ilçesine 157 km uzaklıktadır.

Geçmişte Kuşadası

Kuşadası’nın ne zaman ve kimler tarafından kurulduğu kesin olarak bilinmemekte ise de, Efes’e bağlı Neopolis ismi ile İyonlar tarafından kurulduğu sanılmaktadır.

Şehir daha önce, Pilavtepe eteklerinde, Andızkulesi denilen yerde kurulmuştur. Bir müddet sonra Bizanslılara ait olan bu kıyılara Venedik ve Cenevizliler, ekonomik bakımdan egemen olmuşlardır. Ulaşım güçlükleri nedeni ile Kuşadası; Andızkulesi mevkiinden alınarak bugünkü yerinde Yeni İskele (Scala Nuova) adı ile kurulmuştur.

Kuşadası’nın adını verdiği Kuşadası Körfezi ve yakın çevresi, sanat ve kültür merkezleri olarak bilinmektedir ve ilk çağlardan beri birçok farklı medeniyeti barındırmıştır.

MÖ 3000 yıllarında Lelegler, MÖ 11.yy’da Aioller, MÖ 9.yy’da İyonlar bölgede hâkim olmuşlardır. Büyük Menderes ve Gediz ırmakları arasında kalan alan, antik çağlarda İyonya adını alır. Tüccar ve denizci olan İyonlar denizaşırı ticaret sayesinde kısa zamanda zenginleşmişler ve üstün bir politik güce sahip olmuşlardır. Tarihte “İyon Kolonileri” adını alan 12 şehir kurmuşlardır.[kaynak belirtilmeli]

Kuşadası, antik çağlarda Anadolu’nun Akdeniz‘e açılan başlıca limanlarından biri idi. O devirde Neopolis adı ile anılıyordu. MÖ 7.yy.da başkentleri Sardes olan Lidyalılar yöreye hâkim olmuşlardır.

MÖ 546’da başlayan Pers hâkimiyeti, MÖ 334’de Büyük İskender‘in tüm Anadolu’yu ele geçirmesine kadar devam eder. Bundan sonra Anadolu’da Grek medeniyeti ile yerli Anadolu medeniyetinin sentezi olarak yepyeni bir çağ, yepyeni bir sanat ve kültür anlayışı hakim olur ve bu çağ “Helenistik Çağ” adı ile anılır. Efes, Milet, Priene ve Didim bu devrin en ünlü şehirleridir.

MÖ 2. yy.da Romalılar yöreye egemen oldular. Hristiyanlığın ilk yıllarında, Meryem Ana‘nın ve havarilerinden St. Jean’ın Efes’e gelip yerleşmesiyle burası bir dini merkez haline gelir. Miletus da Hristyanlık çağında Piskoposluk merkezidir. Bizans Çağında “Ania” adı ile anılır. Kuşadası, ortaçağda korsanlar tarafından kullanılan bir liman olmuştur. 15.yy.da, Venedikliler ve Cenevizliler zamanında şehir “Scala Nuova” adını alır.

1086’da I. Süleyman Şah’ın bölgeyi Selçuklu Devleti‘ne katmasıyla Türk egemenliği başlar. Bölge, bu devirde kervan yollarının Ege’ye açılan bir ihraç kapısı olmuştur. Ancak Selçuklu Devleti’nin egemenliği 1. Haçlı Seferleri nedeniyle kısa sürdü ve yeniden Bizans’ın eline geçti. 1280’lerin sonunda Menteşeoğulları,1397-1402 arasında Osmanlıların egemenliğine girdi. 1402-1425 arası yeniden Aydınoğulları‘nın eline geçtiyse de 1425’te Osmanlılar bölgeyi kesinlikle ele geçirir.

Kuşadası, 1413 yılında 1.Mehmet (Çelebi) tarafından Osmanlı İmparatorluğu egemenliğine katılmıştır. Bu tarihten sonra, şehir tamamen Türklerin elinde kalmış ve Türklerin yaptığı eserlerle dolmaya başlamıştır. Bunlardan bugünkü Kervansaray ve Kuşadası’nı çeviren surlar, Mehmet Paşa tarafından yaptırılmıştır.

Surlarla çevrili şehre o zaman ancak üç kapıdan girilebilmekteydi. Bu kapılardan bir tanesi, Barbaros Hayrettin Paşa Caddesi ile Kahramanlar Caddesi’ni birbirinden ayırmakta ve üst kısmı önceden Şehiriçi Trafik Bölge Amirliği olarak kullanılmıştır, fakat şimdi Olay Yeri İnceleme Büro Amirliği olarak kullanılmaktadır. Diğer kapılar bugün mevcut değildir.

Küçükada, Bizanslılar için önemli bir askeri üs görevini yapan önemli bir yerdi,1834 yılında büyük bir yenilenme görmüş ve ünlü kalesi yapılmıştır. “Kuşadası” adı bu kaleden gelmektedir.

1893 yılı Osmanlı nüfus sayımına göre Kuşadası’nda yaşayan kişi sayısı 15.047 kişidir. Bunların çoğunluğu (%58,6) Türklerden oluşmaktadır (8.822 kişi). Kuşadası’ndaki Rum nüfusu ise 6.121 kişidir (%40,7).

Kuşadası, Kurtuluş Savaşı’nda 1919-1921 yılları arasında İtalya’nın, onların çekilmesiyle Yunanistan’ın işgaline girdi ve 7 Eylül 1922’de düşman işgalinden kurtuldu.

 

Kuşadası’nın batısında deniz kuzeyinde,güneyinde ve doğusunda dağlar ve tepeler vardır.

  • Neopolis (Yılancı burnu): Güvercinada’nın biraz ilerisinde, denize uzanan ikinci bir yarımada halindedir. Antik Neopolis’in Kuşadası’nda ilk yerleşme yeri olduğu ve İyonlar tarafından kurulduğu sanılmaktadır. Görünürde birkaç duvar kalıntısı mevcuttur.
  • Panionion: Kuşadası’na bağlı Güzelçamlı sınırları içinde, Davutlar-Güzelçamlı yolu kenarında, yoldan birkaç yüz metre içeridedir. Tarihte İyon konfederasyonuna bağlı 12 İyon şehrinin merkezidir. Ayinlerin ve törenlerin yapıldığı yer burasıdır.
  • Pygale: Kuşadası’nın 3 km. kadar kuzeyinde küçük bir yerleşim yeridir. Kuştur Tatil Köyü’nün yanındaki burun üzerinde bulunmaktadır. Agamemnon tarafından inşa edilmiştir. Dikkate değer bir kalıntıya rastlanmamaktadır.
  • Kaleiçi Camii: Çarşı içindedir. 1618 yılında Sadrazam Öküz Mehmet Paşa (ölümü 1619) tarafından yaptırılmıştır. Bu nedenle “Öküz Mehmet Paşa Camii” adı ile de anılmaktadır. 1830 yılında onarılmıştır. Son cemaat yeri ağaçtan yapılmıştır. Tek şerefeli minaresi sağdadır. Caminin giriş kapısının kanatları geometrik geçmeler ve sedef kakmalarla süslenmiştir. Camiyi 12 kenarlı ve 16 pencereli kasnak üzerine bir kubbe örtmektedir.
  • Öküz Mehmet Paşa Kervansarayı: Kuşadası İskelesi yakınındadır. 1618 yılında Sadrazam Öküz Mehmet Paşa tarafından yaptırılmıştır. 1966 yılında restore edilmiştir. Deniz ticareti için yaptırılan bir Osmanlı kalesi olup, yaklaşık 18,50*21,60m. ölçülerindeki avlunun etrafını, iki katlı revaklı bir kapalı mekân çevrelemektedir. Kuzeybatı ve güneydoğudaki köşelerde, arka taraftan üst kata çıkılan iki merdiven vardır. Kervansarayın girişi kuzeydedir. 2.96 m. enindeki mermer kapı boşluğu, basık bir kemerle örülmüştür. Kapının sadece bir görünümü vardır. Girişin sağ ve sol tarafında birer kemerle orta mekâna bağlanan iki bölüm mevcuttur. Soldakinin, arkaya küçük bir kapı ile bağlandığına bakılarak, eşyaların içeri alındığı emanet bölümü olduğu saptanmıştır. Sağdaki girintinin ise Han’ın giriş ve çıkışını sağlayan görevlilerin yeri olduğu düşünülmüştür. Avlunun ortasında kazı ile açığa çıkartılan şadırvan, bugün havuz haline getirilmiştir.

Unutturulan zaferimi KUTlu olsun

İngilizler Kut-ül Amare’de 30 bin asker kaybeder, 13’ü general olmak üzere 481 subay ve 13.300 erle teslim olurlar.LONDRA Çanakkale’yi hazmeder ama Kut’un adını bile andırmaz, Osmanlıda kutlanan Kut Bayramlarını unutturmayı başarırlar.

Avrupa Avrupalılara yetecek kadar geniştir aslında. Lakin doymaz, gözlerini Afrika’ya, Amerika’ya, Hindistan’a diker sömürüye başlarlar. Çaldıkları sadece kumaş, baharat olsa iyi, zavallıları zincire, bukağıya vururlar.
Bu hırsızların önde gideni İngiltere’dir ve nicedir gözünü dikmiştir Irak’a. Hem Hindistan yolunu emniyette tutacak, hem de Musul ve Kerkük neft yataklarına kurulacaktır kaşla göz arasında.
Abdülhamid Han cennetmekân 1. Cihan Harbine girmekten yana değildir asla. Ama olmaz. Onun içinde Türk olmayan bir heyete hal ettirir, İstanbul’dan uzaklaştırırlar.
Kendilerini yüksek mevkilerde bulan genç subaylar koltuğun ağırlığını kaldıramaz ve 600 yıllık imparatorluğu ateşe atarlar.
Ordularımız Süveyş’te, Allahuekber dağlarında, Galiçya’da, Yemen’de, Suriye’de Makedonya’da dağılır. Ama Çanakkale ve Kut-ül amare’de unutulmaz destanlar yazar.

BİLEN VAR MI ACABA?
İlk mektep çocuklarına bile sorsanız size Çanakkale hakkında bir şeyler anlatır. Ama en az onun kadar önemli bir zafer olan “Kut”u yüksel tahsilliler bile duymamıştır ihtimal.
İşte bugün onu yapalım dedik, Kut kahramanlarını tanıtalım okuyucularımıza.
Kasım 1914… İngiltere savaşın getirdiği puslu havadan istifade dalar Irak’a. Osmanlı’nın sadece 8 bin kişilik bir tümeni vardır. Yani hiç yoktan az fazla…
İngiliz Kuvvetleri Basra’dan başlar, Fav kasabasını ele geçirir mevzi tutarlar. Enver Paşa Bingazi’den tanıdığı Süleyman Askeri’yi vazifeye getirir ki niyeti Arap aşiretleri ile düşmanı durdurmaktır. Bakar iş yerli halkın boyunu aşacak, Mısır’dan takviye yollar.
İngilizler de aşiretlere oynar, para ile satın almaya çalışırlar. General Nixon kirli işlere yatkındır zira. Ancak Araplar Osmanlıya silah doğrultmaz. Süleyman Askeri, Nasıriye’yi ele geçirip İngilizlere saldırsa da kesin netice alamaz.
İngilizler Çanakkale’de uğradıkları hezimeti unutamamışlardır. Yaşadıkları itibar kaybını telafi için Bağdat’ı almalıdırlar. Savaş Bakanlığı General Townshend adlı tecrübeli bir ismi cepheye yollar.

NURETTİN BEY!
Süleyman Askeri’nin vefatı üzerine birliklerin başına geçen Nurettin Bey, işgalcileri Amara ve Nasıriye’de sıkıştırmaya başlar. İngilizler Arapları değil Türk yönetimini hedef aldıkları şeklinde propagandaya başlar, Kraliyetin Müslümanlara dost olduğu masalını anlatırlar. Akılları sıra halkı aldatacak ve hızla ulaşacaktırlar Bağdat’a.

Ancak kuzeye çıktıkça denizden uzaklaşır, ikmal sıkıntısı yaşarlar. Kut-ül-Amare üç tarafı Dicle ile çevrili bir beldedir. Savunması kolaydır. buraya yerleşip güç kazanmaya bakarlar. Basra ve su yolları ellerindedir zaten, başarmamaları için bir sebep yoktur ortada.
Türkleri ciddiye almazlar, eh Fransa ve Mısır’dan gelecek takviyeler de ulaşırsa… Çok değil birkaç gün içinde bayrak dikeceklerdir Bağdat’a. Şunun şurası 80 km vardır arada.
Türklerin Bağdat yolundaki son savunma noktası Selman-ı Pak’tır ki Selmân-ı Fârisî (Radıyallahü anh) medfundur burada. İngiliz ordusundaki Hintli Müslümanların büyük sahabenin bulunduğu beldeye saldırmayacağı kesindir bu yüzden Selman-ı pak adını ağızlarına bile almaz Helenistik dönemdeki ismini (Ctesiphon) kullanırlar.
İngiltere Savaş Bakanı Lord Kitchener ile Hindistan Genel Valisi Lord Curzon harekâtın bir an önce başlamasından yanadırlar. General Nixon’a haydi der, düğmeye basarlar.

HALİL BEY
Bir ara Alman Mareşal Von der Goltz bölgeye gelir. Askerler Hıristiyan komutandan huzursuz olurlar. Nurettin Bey rahatsızlığını açıkça dile getirir hatta. Ardından Albay Halil Bey’i de bölgeye yollarlar ki mükemmel bir komutandır, sabırsa sabır, sadakatsa sadakat… Bir asker için ne kadar meziyyet varsa…
Halil Bey mütevazıdır, rütbesi aynı olmasına rağmen Nurettin Bey’in emrine girer birlikte çalışırlar. Enver Paşa’nın öz amcasıdır oysa.
General Townshend ne zaman ki Selman-ı Pak’taki Türk birliklerine saldırır, kayaya çarptığını anlar. Kuvvetlerinin neredeyse üçte birini (4567 asker) kaybeder. İngilizlerin Aziziye’de hayli erzak ve mühimmatı vardır bunları taşıyamaz, Dicle’ye atarlar. Townshend apar topar Kut-ül-Amare’ye çekilir, destek beklemeye başlar. Peki Türkler takip ederler mi? Güldürmeyin, kıpırdayacak hal mi kalmıştır hasta adamda.
Ancak Osmanlılar gelir Kut-ül-Amare’yi kuşatırlar, Townshend’e teslim ol çağrısı yaparlar. Sivil halkı boşaltılmalıdır en azından.

Halk canlı kalkan!
İngilizlerin sivil halkı canlı kalkan olarak kullanmayı düşünür, teklife kulak tıkarlar. Kut’ül-Amare’nin toprak kalesi Türk topçusunu fazla yormaz. Açılan gediklerden kolayca girer, mevzi tutarlar. Ancak dikenli tellerle kurulan bir savunma hattı daha vardır ki kolay aşılmaz. Toplarımız ne yazık ki güçlü değildir, caydırıcı olamaz.
İngiliz gazeteleri Kut’ül-Amare’de büyük bir güçleri olduğunu, şehrin savunmaya elverişli yapısıyla risk yaşanmayacağını yazar. Evet geri çekilmişlerdir ama bunlar hep yapılan şeylerdir savaşta. Ellerinde en az iki aylık yiyecekleri vardır ve kuşatma bugün yarın kalkacaktır nasıl olsa.
İki taraf da karşılıklı siper kazar hazırlanırlar. Türkler istisnasız her gün saldırır düşmanın düzen almasına mani olurlar. İngilizler zaman zaman kuşatmayı yarmaya çalışsalar da başaramazlar. Kayıpları artar, panik başlar.
Nurettin Bey düşman yardımlarına mani olmak üzere güneye iner Halil Bey kuşatmayı devam ettirir sabırla. Yardım kuvvetleri komutanı General Alymer emrindeki güçlü orduya rağmen ilerleme kaydedemez. Avam kamarası vaziyeti büyük bir ciddiyetle takip etmektedir. General Nixon’un yerine General Lake görevlendirilir.
Bu arada Osmanlılar Kut’ül-Amare’de pusulalar dağıtır, Hintli Müslümanları küfre karşı birlik olmaya çağırırlar. Bu tesirli olur, kardeşlerimiz nöbette vurur kafayı uyur, hatta işaret parmaklarını koparırlar. Tetik çekemeyeceklerine göre işi bırakmıştırlar.

hzbixf3c

ZALİMLER KORKAK OLUR
General Townshend’in korktuğu başına gelmiştir, Hintli askerlere ağır cezalar verir, huzursuzluk artar. Üstün ateş gücüne rağmen yarma hamlelerinden hüsranla çıkarlar.
Derken kış çöker, destek birlikleri çamura saplanır. Nehir kenarından ayrılamaz, hedef olurlar. General Alymer her kalktığı hücumda büyük kayıplar verir pişmanlıklar yaşar. Desteğin de desteğe ihtiyacı vardır, işler sarpa sarar.
Kut-ül Amare’de sıkışan İngiliz ordusu, yardımdan ümidini kesmiştir, artık tayın hesabı yapar. Hububatı kurtarmanın yolu atları yemekten geçer ama Müslümanlar tepki koyarlar. Townshend şehirde arama yapılması emrini verir, halkın sakladığı nevaleye el koyar.
Alymer kuvvetleri 8 Mart sabahı saldırır bazı mevzileri ele geçirirler. Ancak Halil Bey onları süngü ile söker, makineli tüfeklerin önüne atar. O kadar şaşkındırlar ki el bombaları ellerinde patlar. Verilen büyük kayıp Londra’yı karıştırır. Sir Edwin Cornwall hükümete Irak’taki birliklerinin durumlarını sorar, İngiltere Başbakanı Lloyd George dişe dokunur bir cevap veremez ona. Basın General Townshend’in kifayetsiz kuvvetlerle Bağdat’a yürümesini macera olduğunu yazar.
Artık İngiliz parlamentosunda
Kut-ül Amare konuşulmaktadır, sabah akşam.

 

ulxmzxyp

TESLİM OL!
Halil Bey destek kuvvetlerini püskürttükten sonra döner General Townshend’e “teslim ol” teklifi yapar. İngiliz komutan önceleri ciddiye almasa da başka çıkış yolu olmadığın görür sonunda. Halil Bey’le Dicle üzerinde buluşurlar. “Elimizdeki silahları verelim, üzerine de bir milyon sterlin ödeyelim” der, “Koyverin gidelim Basra’ya!”
Halil Bey kabul etmez İngiliz silahları bir işlerine yaramaz zira. Bu arada Lawrens gelir gider, bir milyon sterlini iki milyona çıkarır ve rüşvet teklif eder ayrıca. Bu Halil Bey’i kızdırır, onları başından savar.
Bir iki yarma harekâtı daha hüsranla sonuçlanır. Nisan gelmiş sazlıklar uzamıştır, Türkler yakınlarında dolaşmaktadırlar. Yaralılara bakamaz olmuşlardır, sari hastalık ve zafiyetten ölmeye başlarlar. Çaresizdirler beyaz bayrağı çeker, paşa paşa teslim olurlar. (29 Nisan 1916)
Halil Bey General Townshend’in kılıcını almaz. Esirleri kuzu tandırla doyurur, çay sigara sunar. Türk’e yakışan da odur zaten, boyun eğene el kalkmaz.
Nedense resmi tarihçiler bu büyük zaferi görmezden gelirler, Kut zaferi ders kitaplarında okutulacak kadar önemlidir oysa.

alıntıdır irfan Öztuna akademik perspektif

http://haber.akademikperspektif.com/2015/05/02/unutulan-zaferimiz-kutlu-olsun/

 

Küreselleşme yolunda Halkla ilişkilerin rolü

Küreselleşme kavramı, genel anlamda, “toplumların siyasal yönetimi ve yönetim politikaları, ideolojisi ve kültürleri üzerinde uluslar arası sermayenin ekonomik politikası, kültürü ve ideolojisinin egemenliğini kurma ve geliştirmeyi” (Erdoğan, 2002: 149) içermektedir.

Halkla ilişkiler işlevsel ve kavramsal olarak ekonomik, politik, tarihsel, sosyolojik ve psikolojik süreçlerle ilişkili algılanmalıdır. “Halkla ilişkiler, sermayenin bedenlerde ve zihinlerde yarattığı bütün benimsetme, kabullendirme, içselleştirme, özlüce onay üretme çabalarıdır. Bir rıza yaratımıdır. Halkla ilişkiler hedef aldığı kitleyle olumlu iletişimi sürdürmek adına ikna ve güveni kullanan uzun soluklu bir iletişim sürecidir. Halkla ilişkilerin günümüzde kullandığı yöntem ve araçlar kapitalist-liberal sistemin şartlarından doğmuştur. Dolayısıyla halkla ilişkiler ister istemez küreselleşme ideolojisinin benimsetilmesinde bir araç konumuna indirgenebilir.

“Günümüzde Ewen, Toth, Sproule, Scholle, Mills, Schiller, Herman ve Chomsky’nin ABD’deki, Mickey ve Moloney’in ise İngiltere üzerinden, halkla ilişkiler ekonomik sermaye ilişkileri içinde yapılanmış, sınıf çıkarları tarafından belirlenmiş ve bu çıkarları korumak için bir misyon yüklenmiş bir yapıya sahiptir. Ayrıca, kamu zihninin denetlenmesi amacına hizmet etmekte, liberal kapitalist demokrasilerde egemenliğin sağlanması için kullanılan bir teknik ve aynı zamanda uluslararası pazarlara açılan büyük firmaların gittikleri ülkelerdeki konumlarını ve imajlarını sağlamlaştırmak görevini üstlenmektedir” (Becerikli, 2003: 23).

Toplumu bilinçlendirmeye, bilgilendirmeye ve doğru biçimde anlamlandırmaya yönelik işlevleri olan, bir uzlaşı ve birliktelik noktası olmasının yanı sıra halkla ilişkiler bir yandan da özel sektörde bilhassa çokuluslu şirketlerin kapitalist söylemlerinin sözcülüğünü yapmaktadır.

Her geçen gün değişen dünya koşulları, ilerleyen teknoloji, yeni pazarların ele geçirilmesi için geliştirilen teknikler, yeni olguların, yasaların kabul edilebilirliğini sağlamaya yönelik stratejiler, yeni imajlar, vb. Halkla ilişkilerin önemini arttırmaktadır. Bilgi toplumu, iletişim toplumu olmanın en önemli sonucu olarak yeni toplumsal yapıları oluşturan yeni ideolojilerin aktarılması ve benimsetilmesidir. Ulusal ve uluslararası kurumların bünyelerindeki halkla ilişkiler birimleri bu görevleri yerine getirmektedir.

Küreselleşme kapsamında halkla ilişkiler küreselleşmenin yayılmacı ideolojisine uygun bir bilgi aktarımına yönelmiştir. Burada amaç, tüketimi olabildiğince daha çok arttırmak, koşulları tüketime daha uygun hale getirmek ve hedef kitleyi buna en iyi biçimde hazırlayabilmektir. Buradaki “bilgi aktarımı: teorik ve pratik bilişimsel bilginin, buna ihtiyaç duyan her türlü üretici, tüketici, özel ve kamusal ekonomik birimlere yönelik akışı ile uzmanlık, danışmanlık, satış, pazarlama ve satış sonrası hizmetler şeklindeki bilgi aktarımlarını birlikte kapsamaktadır” (Erkan, 1998, 116). Bireye ilişkin değerler bilgi toplumunda daha da gelişmektedir. “İnsanın kendini gerçekleştirmesi, ihtiyaçları bilgi toplumunda karşılanabilecektir… Bireyin tutum ve davranışlarını gelecek beklentileri belirleyeceği için bilgi toplumunda bilgi üretiminin etkisi daha çok ileri besleme şeklinde işleyecektir” (Erkan, 1998: 165). Bu da halkla ilişkilerin görev alanına girer.

Halkla ilişkilerin bir diğer önemli rolü gelişme kapsamında sağlıklı bir toplum yaratılmasına katkıda bulunmaktır. Sağlıklı toplum, sağlıklı bireyin tanımından hareketle, “Gerçekliğin algılanmasında üstünlük, kendini, başkalarını ve doğayı benimsemede gelişmişlik, sorunlara odaklanmada gelişmişlik, özerk olma çabasında artış, kültürel biçimlenmeye direnme, değerlendirmelerde yenilik ve duygusal tepkilerde zenginlik, kendini insan ailesiyle daha özdeş hissetme, gelişmiş insan ilişkileri, daha demokratik bir yapının olması, gelişmiş yaratıcılık ve değer sisteminde çeşitli değişiklikler” (Maslow, 2001: 31). Bu halkla ilişkilerin olumlu rollerinden biridir ve demokratik ve sağlıklı bir toplum yapısını amaçlamaktadır. Burada halkla ilişkilerin kişi ve toplum bazında yabancılaşmayı önleme rolünden de bahsetmekte yarar var. “Demokratik yönetim süreci, eşitlikçi bir yönetimdir. Yabancılaşmayı önler. Olay ve olguları içine bilfiil katılarak doğru biçimde anlamlandırabilen ve duygularıyla katılan birey yabacılaşma yaşamayacaktır… Bunu yapamayan kişi ise, güçsüzlük hissine kapılacak, kuralsızlık, yaratıcılık kaybı ve kendine yabancılaşma ile karşılaşacaktır” (Witt, 1980: 144-145). Halkla ilişkiler yerel ve ulusal kültürlerin geleneklerini, özel grup ve halkların yaşam biçimlerini küresel güçlere karşı savunacak bir işlev yüklenmelidir.

Bu tür olumsuz sonuçların önüne geçebilmek için, halkla ilişkilerin güdüleme işlevini görüyoruz. Bunu da insanların beklentilerini yerine getirme, iş ve oluşlara toplumun katılımını sağlama, halkın ilgili konuyla bağlantılı inançlarını pekiştirme, olumlu ve tutarlı izlenimler oluşturma ve hedef kitlenin tatminini sağlama şeklinde gerçekleşmektedir. “Güdülenmiş davranışlar amaçların peşinden koşmak, tamamlayıcı tepkiler tümüyle rahatsızlıkların azaltılmasına yönelik yöntemlerdir.

Horkheimer’e göre, özneler kendi üst benlerine yönlenmeyi gitgide daha çok gereksinmektedirler ve çevrelerinin buyrumlarına gitgide daha çok gereksinmektedirler ve çevrelerinin buyrumlarına gitgide daha çok uyum sağlamları gerekmektedir. Riesman, uyumu, içten yönlendirici bir yaşama biçimine göre kutup değiştirmesi olarak tanımlamıştır… Bireyin varlığını sürdürmesi için dizgenin varolma koşullarına uyması gerekmektedir. Uyum bütün öznel davranışların ölçütü olmuştur”(Habermas, 2001: 371). Halkla ilişkiler bu uyumu anlamlandırma ile gerçekleştirir.

“Anlamlandırma sistemleri dış dünyanın duyumlar yoluyla insanın zihninde çizdiği imajlarla başlar”(Ercan, 2001: 133). Burada bu imaj oluşumunu sağlayacak olan yine halkla ilişkiler olmaktadır. Toplumu kurumları ile birlikte topyekün bir gelişme adına oluşturulan söylemlere ilişkin bir uyumlaştırma mı? Yoksa, küresel ideolojinin yarattığı egemen ve dayatmacı söylem ve eylemlere ya da güdülemelere uygun bir uyumlaştırma mı? Küreselleşme sonucu, “ulus-devlet daha çok bir borç ödeme, uluslararası mali sermayeye hizmet verme kurumuna dönüştü, toplumsal uzlaşmaları düzenleyici, çelişkileri yumuşatıcı araçlarını terk ederek ya da özelleştirerek kendi vatandaşlarına daha da yabancılaştı… Ekonomik kriz belirsizliği arttırırken, bireyler aşiret tarzı kimliklere sığınmaya başladılar. Evrensel vatandaşlık kimliği zayıfladı”(Yıldızoğlu, 2004).

Halkla ilişkiler; sosyal sorumluluk duygusu ve toplumsal bilinci geliştirmelidir. Özel sektörle kamu kurumları arasında bir bağlantı noktası oluşturmalı ve tüm bu kurumlarla halk arasında bir köprü işlevi görmelidir. Yalnız mülk sahiplerini değil, aynı zamanda işçilerin, fakirlerin ve işsizlerin de gereksinimlerine cevap verecek bir hukuk mevzuatının yönlendiricisi olmalıdır. Tekel haline gelmeyecek, toplumun güvenlik, çalışma olanakları ve düzenini bozmayacak bir serbest teşebbüsü koruyan ve destekleyen bir ekonomi düzeni olmalıdır. Devletin kamu ya da kamu dışındaki ekonomi, üretimle ilgili kurumlarına kanun istek ve beklentilerini iletmeli ve bunun takipçisi olmalıdır.

Kaynakça:

  • BECERİKLİ, Sema Yıldırım, “Eleştirel Yaklaşımlar Çerçevesinden Halkla ilişkiler Disiplinine ilişkin Bir Değerlendirme: Amerika ve İngiltere Örnekleri, “ Halkla ilişkiler Kitabı, İ.Ü. Yayınları, İstanbul, 2003.
  • ERCAN, Fuat, Toplumlar ve Ekonomiler, İstanbul, Bağlam Yayınları, 2002.
  • ERDOĞAN, İrfan, İletişimi Anlamak, Ankara, Erk Yayınları, 2002.
  • ERKAN, Hüsnü, Bilgi Toplumu ve Ekonomik Gelişme, İstanbul, Kültür Yayınları, 1998.
  • HABERMAS, Jurgen, İletişimsel Eylem Kuramı, Çev: Mustafa Tüzel, İstanbul, Kabalcı Yayınevi, 2001.
  • MASLOV, Abraham, İnsan Olmanın Psikolojisi, Çev: Orhan Gündüz, İstanbul, Kuraldışı Yayınları, 2001.
  • WITT, John, Democracy, Authority, Alienation, London, The University of Chicago Press, 1980.
  • YILDIZOĞLU, Ergin, “İç Dinamikler Üzerine,” Cumhuriyet, 21 Ocak 2004, s.