DİYARBAKIR

 

764-ulu-cami-5-harem-i-serif-kaynakdiyarbakir-valiligi-kultur-ve-turizm-proje-birimiDiyarbakır, Türkiye’nin bir ili ve en kalabalık on ikinci şehri. 2014 itibarıyla 1.635.048 nüfusa sahiptir. Diyarbakır kent merkezi yaklaşık 9000 yıllık bir geçmişe sahiptir. Diyarbakır şehri farklı dönemlerde farklı isimlerle anılmıştır. M.Ö 200’de Amidi Asur hükümdarı Adad-Nirari’ye ait bir kılıç kabzasında şehrin adı “Amid” ya da “Amidi” olarak geçmektedir. Roma ve Bizans kaynaklarında şehrin adı “Amid, O’mid, Emit, Amide” şeklinde adlandırıldığı görülmektedir. 11. yüzyılda yöreye gelen Türkmenler şehirdeki yapılarda kullanılan siyah renkli taşlardan dolayı şehre “Kara Amid” demişlerdir. Arap egemenliği sırasında “diyār” (ديار) ve “Bekr” (بکر) isimleri ile Diyâr-i Bekr olarak kayıtlara geçmiştir. “Diyar-ı bekr” daha sonraları “Diyarbekir”; Osmanlı’nın son yıllarına kadar daha çok bir bölge adı olarak kullanılmıştır. Ancak merkez için kullanılan Amid isminin kullanımının özellikle Diyar-ı Bekr’in (Diyarbekir) 1867 yılında vilayet oluşu sonrası yavaş yavaş terkedildiği, bütün bölgeyi nitelemesinin yanında merkez sancak için de (Diyar-ı Bekr) Diyarbekir adının kullanıldığı görülmektedir.

Diyarbekir”in “Diyarbakır” oluşuna dair çalışmalar, Türk Dili dergisinin Haziran 1938 nüshasında özetlenmiştir. 17 Kasım 1937 tarihinde Atatürk’ün trenle Diyarbakır’dan Elazığ’a geçtiği gece yapılan bir dil tartışmasının ardından, Türk Dil Kurumu’na gönderilen bir telgrafla başladı. Yapılan çalışmaları sonucu şehrin adı Diyarbakır olarak değiştirildi.

Mezopotamya ile Anadolu medeniyetlerinin geçiş bölgesinde olan Diyarbakır’ın tarihi çok eski devirlere dayanmaktadır. Yontma taş ve Mezolitik devirlerde Diyarbakır ve çevresinde var olan mağaralardan burada yerleşim olduğu yapılan arkeolojik araştırmalar ile anlaşılmıştır. Eğil-Silvan yakınlarındaki Hassun Dicle Nehri ve kolları üzerinde Ergani yakınlarında Hilar mağaralarında bu çağdan kalma kalıntılar tespit edilmiştir. Şehrin, 65 kilometre kuzeybatısında Ergani ilçesi yakınlarında yer alan Çayönü Tepesi kazılarında, dünyanın en eski köyü bulunmuştur. Çayönü’ndeki insanlar zamanla göçebelikten yerleşik köy yaşama, avcılık ve toplayıcılıktan besin üretimine geçmiştir.

Şehrin kent merkezinde, MÖ 3000 Hitit ve Hurri-Mittani egemenliği yaşanmıştır. MÖ 1260 yılına kadar egemenliklerini sürdüren Hurri-Mitaniler’den sonra sırasıyla Asurlular, Aramiler, Urartular, İskitler, Medler, Persler, Makedonyalılar, Selevkoslar, Partlar, Ermeniler, Romalılar, Sasaniler, Bizanslılar, Emeviler, Abbasiler, Şeyhoğulları, Hamdaniler, Mervaniler, Selçuklular, İnaloğulları, Nisanoğulları, Artuklular, Eyyübiler, Moğollar, Akkoyunlular, Safeviler ve Osmanlılar Diyarbakır’a egemen olmuşlardır.

Asurlular döneminde şehir, bölge valilik merkezi olmuştur. Mîlâttan sonra bir ve ikinci asırlarda şehir ve bölgesi için Romalılar ve Partlar arasında savaşlar yapılmıştır. Romalılar!ın hakimiyetine geçen şehir Roma İmparatorluğu’nun yıkılması ile Bizans yönetime geçmiştir. Ömer döneminde islâm ordusu Diyarbakır’ı ve çevresini fethetmiştir. Halid bin Velid Diyarbakır’a giren ilk islam kumandanıdır. Diyarbakır böylece bir eyâlet olarak İslâm devletine bağlandı.

869-899 yılları arasında Diyarbakır ve çevresinde Şeyhiler Hânedânı hüküm sürmüştür fakat Halîfe Mütazıd bu hakimiyete son vermiştir. Daha sonraki yıllarda Hamdânîler hâkim oldularsa da, 990 yılında bölgeye hâkim olan Mervaniler 1096 yılına kadar saltanat sürdü. Alparslan 1071 Malazgirt Savaşı’ndan bir sene önce Diyarbakır’a geldi. Mervânîler, Selçuklular’a tâbi oldu. Melikşah’ın vefatından sonra Diyarbakır’da egemenlik Suriye Selçukluları’na geçti.

Eyyûbî lideri Melik Kâmil, Selçuklular’ın yönetimindeki şehri ele geçirdi. 1259’da şehir, İlhanlılar’a geçti. İlhanlılar, bölgeyi Artukoğulları’na bıraktılar. 1401 yılında Akkoyunlular yönetiminde, devletin başkenti oldu. Artukluların egemenliğine son veren Safeviler böylece şehri ele geçirdi. Artuklu ve Safevi dönemlerinde kente önemli bir Türkmen kökenli nüfus yerleşimi olmuştur.

1507-1515 yılları arasında Anadolu Beylikleri, Memlûkler İran-Safevî devletleri arasında bu bölge için mücadele devam etti. Osmanlı hükümdarı Yavuz Sultan Selim, Diyarbakır’ı ve bütün Güneydoğu Anadolu’yu 15 Eylül 1515’te Bıyıklı Mehmet Paşa kumandasında Osmanlı egemenliğine kattı.

Diyarbakır, Osmanlılar döneminde önemli eyaletlerden birinin merkezi olmuş, doğuya sefer yapan orduların hareket üssü ve kışlağı görevini görmüştür. Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde özellikle I. Dünya Savaşı’nın yakın zamanlarında hastalık, yangın ve sefalet yüzünden büyük sıkıntı çeken Diyarbakır; Cumhuriyet devrinde büyük ve önemli imar, sosyal, kültürel ve ekonomik hareketler yaşamıştır. 1950’lerden sonra yeni şehir kurulmuş; yollar, hastaneler, okullar ve modern yapılarla gün geçtikçe büyümüş ve gelişmiştir. Yeni şehir kara, hava ve demir yolarıyla Türkiye’nin dört bir yanına bağlanmış önemli merkezlerden biri haline gelmiştir.

Cumhuriyet dönemi

Diyarbakır, 2 Eylül 1993’te çıkarılan 504 sayılı kanun hükmünde kararname ile büyükşehir unvanı kazandı. 2004 yılında çıkarılan 5216 sayılı kanun ile büyükşehir belediyesinin sınırları valilik binası merkez kabul edilerek yarıçapı 20 kilometre olan dairenin sınırlarına genişletildi.2012 yılında çıkarılan 6360 sayılı kanun ile 2014 Türkiye yerel seçimlerinin ardından büyükşehir belediyesinin sınırları il mülki sınırları oldu.

Jeopolitik konumu

Diyarbakır, Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nin orta kısmında, El Cezire’nin (Mezopotamya) kuzeyinde yer almaktadır. Doğuda Batman ve Muş, batıda Şanlıurfa, Adıyaman, Malatya, kuzeyde Elazığ ve Bingöl, güneyde ise Mardin illeri bulunmaktadır. Yeryüzü şekilleri açısından genelde dağlarla çevrili, ortası hafif çukurlaşmış görünümdedir ve Güneydoğu Torosların kollarıyla çevrilidir. En yüksek dağı Muş sınırı yakınındaki Anduk Dağıdır (2830m).

İklim

Diyarbakır’da sert bir kara iklimi egemendir. Yazları çok sıcak geçer fakat kışları Doğu Anadolu Bölgesi kadar soğuk geçmez. Bunun başlıca nedeni Güneydoğu Toroslar yayının kuzeyden gelen soğuk rüzgarları kesmesidir. En sıcak ortalaması 40.2 derece, en soğuk ay ortalaması ise -10.1 derecedir. Günümüze kadar ölçülen en yüksek sıcaklık 48,4 derece ile 29 Temmuz 1946 gününde, en düşük sıcaklık ise -25,7 derece ile 11 Ocak 1933 gününde yaşanmıştır.

Yıllık yağış ortalaması 496 milimetre olan şehirde, bu yağışın %2’lik kısmı yaz aylarında düşmektedir. Kuzeydeki dağların eteklerine doğru gidildikçe yağışlar da artar.

Bitki Örtüsü

Güneydoğu Anadolu’nun doğal bitki örtüsü olan bozkır, Diyarbakır’da da egemendir.Bozkır biltki örtüsü içinde otsu bitkiler daha fazladır. Bunlar ilkbaharda kısa bir süre içinde yeşerip çiçeklenir, ama yağışların kesilmesiyle yaz başında kururlar. Çevredeki dağlar, yer yer meşe ormanlarıyla kaplıdır.Diyarbakır topraklarının % 33’ü orman ve fundalık, % 40’ı ekili arâzi ve % 22’si çayır ve meralarla kaplıdır. İlkbaharda her yer yemyeşildir. Yaz aylarında ise dere kenarları dışında her yer bozkırdır, otlar tamâmen kurur. Vadilerde söğüt, çınar, ceviz ve kavak ağaçları, yükseklerde ise meşe, ardıç ve yabânî meyve ağaçları yer alır. Ormanlık arâzi her ne kadar % 33 görülmekteyse de muntazam ormanlık saha çok azalmıştır.

Akarsular

Diyarbakır şehrinin en önemli akarsuyu Elâzığ ili sınırları içinden çıkan Dicle nehridir. Nehir, Diyarbakır şehrinin bulunduğu lav sahanlığının doğu kesimine paralel akar. Burada nehir vadisinin tabanı 600 m’ye iner. Diyarbakır’ın güneyinde 8 km mesafede doğuya yönelir. Dicle, Diyarbakır ilindeki akarsuların tümüne yakınını toplar. Yalnızca ilin kuzeybatı köşesindeki küçük bir alanın suları Fırat ırmağına gider.

Demografi

TÜİK verilerine göre ilin nüfusu, bütün köy ve ilçeleriyle beraber, 2010 itibariyle 1.528.958’dir ve nüfusu ile il Doğu ve Güneydoğu Anadolunun en büyük illerinden biridir. Kilometrekareye düşen insan sayısında Türkiye ortalaması 88 iken Diyarbakır’da bu sayı 95’tir. 1990-2000 döneminde yıllık nüfus artış hızı binde 21.73 olup binde 18,3 olan Türkiye ortalamasının üstündedir. Diyarbakır şehir merkezinin nüfusu ise 834.854 dir.

Diller
Ana dili 1960 n.s.
Toplam 401 884
Türkçe 264 235
Kürtçe 134 948
Arapça 1 796
Ermenice 279
Diğer 626

Diyarbakır ilinin nüfusu, TÜİK 2011 nüfus sayımına göre 1.570.943!tür. Fakat bu toplam il nüfusudur yani köyleriyle ve ilçeleriyle birlikteki nüfustur. Şehir merkezi yani asıl Diyarbakır kentinin merkez nüfusu ise 875.069’du Fakat Diyarbakır kent nüfusu hakkında bazı yabancı kuruluşlar ise nüfusun daha yüksek olduğu şeklinde bazı iddialar ileri sürmüşlerdir. Nüfusu ile Gaziantep’ten sonra Güneydoğu’nun ikinci büyük kentidir. Kilometrekareye düşen insan sayısı Türkiye ortalaması 88 iken Diyarbakır’da bu sayı 95’tir. 1990-2000 döneminde yıllık nüfus artış hızı binde 21.73, Türkiye ortalaması binde 18,3’dür. Diyarbakır merkezinin nüfusu ise 875.069’dur. (TÜİK 2011).

Diyarbakır nüfusunun yüzde 53’ünü çocuklar oluşturmaktadır. İl genelinde erkek nüfusunun yarısının 17 yaşından, kadın nüfusunun yarısının da 18 yaşından genç kişiler oluşturmaktadır.Diyarbakır nüfusunun yüzde 87’sini Diyarbakır doğumlular oluştururken, Diyarbakır doğumlu olmayan nüfus için de ilk sayı Mardin, ikinci sırayı Bingöl doğumlular almaktadır. İl merkezinde evli olanlar, toplam nüfusun yüzde 53’ünü oluşturmaktadır.

Mutfak

Binlerce yıl Arap, Ermeni, Kürt, Süryani, Türk, Yahudi ve Zaza halklarının içiçe yaşadığı Diyarbakır’da, bu kültürlerin bileşiminden meydana gelen yemek kültürü bir hayli zengindir. Mutfağın temel malzemeleri kuzu eti, yöresel baharatlar (sumak, kişniş, karabiber vs.), pirinç, sakatat çeşitleri, tereyağı ve bulgurdur. Bu nedenle Diyarbakır mutfağı ağır yemeklerden oluşur. Diyarbakır lahmacunu ve kadayıfının yanı sıra peyniri ile de ünlüdür. En ünlü yemekleri kaburga dolması, içli köfte, sac tava, meftune ve ciğer kebabıdır.Karpuzu ile ünlenen Diyarbakır ana yemek olarak ciğer kebabı, içli köfte, çiğ köfte, bulgur pilavı, kaburga, keşkek, lebeni; tatlılardan ise burma kadayıf ve sütlü Nuriye ile yemek kültürü açısından da zengindir.

Eğitim

Dicle Üniversitesi, Diyarbakır

2009 yılında, Diyarbakır ilinde 1281 okul bulunmaktadır:

  • Ana Okulu Sayısı: 90
  • İlköğretim Okulu Sayısı: 3096
  • Genel Lise Sayısı: 540
  • Özel Okullar Sayısı: 97
  • Meslek Lisesi Sayısı: 25
  • Yabancı Dil Eğitimi Veren Liselerin Sayısı: 116

Öğretmen Sayısı 15.021’dir. Erkek öğrenci sayısı 214.462, kız öğrenci sayısı 181.413 olmak üzere Diyarbakır ilinde toplam öğrenci sayısı 395.875’dir.

Dicle Üniversitesi

1978’de Ankara Üniversitesi bünyesinde açılmıştır. Şu an bünyesinde 13 Fakülte, 11 Meslek Yüksekokulu, 5 Yüksekokul, 1 Konservatuar, 3 Enstitü, 8 Uygulama ve Araştırma Merkezi, 1 Eğitim ve Araştırma Hastanesi yer almaktadır. Dicle Üniversitesi Dicle’nin doğusuna kurulmuştur ve 60 hektar alana sahiptir. Yüzölçümü bakımından Dicle Üniversitesi, Türkiye’nin en büyük üniversitelerinden biridir.

 

KAYNAKÇA;http://tr.wikipedia.org/wiki/Diyarbak%C4%B1r

ETİK VE İŞ ETİĞİ

Bu çalışmada, etik kavramından hareketle iş etiğinin, örgütsel davranışın iş etiğiyle bağlantılarının, iş etiğinin temel aldığı ilkeler ve genel anlamda işletmelerde etik uygulamalarının etkileriyle birlikte incelenmesi amaçlanmaktadır.

ETİK NEDİR?

Etik, en geniş anlamıyla ahlak bilimine karşılık gelmektedir. Ahlak; neyin doğru, iyi, adil ve erdemli olduğuna dair toplumsal ve bireysel düşünce yapısını yansıtır. Kişilerin zihinlerindeki iyi – kötü, doğru – yanlış, haklı – haksız gibi ayrımlara dayalı kalıpların tümü ahlak olarak adlandırılır. Bireysel ahlak, temelini toplumsal ahlaktan almakta; ahlaki değerler ve normlar nesilden nesile aktarılmaktadır. Etik kavramı, neyin ahlaki neyin gayri-ahlaki olduğuna dair sistematik bir arayışı ve ilkeler kümesini yansıtır. Bu araştırma kapsamında iş etiği ve etiğin yönetim ve organizasyondaki yeri sorgulanırken ahlak ve etik kelimeleri arasındaki fark göz ardı edilerek eşanlamlı olarak kullanılacaklar. Bu indirgeme, uluslararası literatürde konu üzerinde yapılan diğer araştırmalara atıfta bulunurken yararlanılacak bir basitleştirmeyi amaçlamaktadır.

 Ahlaki değer ve normların toplumsal kabule dayandığı ve bireylere aktarıldığı önermesinden yola çıkarak bireylerin ahlak anlayışının aile, eğitim ve din gibi sosyal kurumlar tarafından şekillendirildiği anlaşılmaktadır. Ahlaki değerler bir otorite figürü tarafından empoze edilebileceği gibi eşitler arası sosyal ilişkiler aracılığıyla da biçimlenmektedir. Bireyler kendi ahlaki seçimlerini yaparken yaşam deneyimleri ve ortak bir toplumsal değerler kümesinden yararlanacaklardır. Ahlaki değerler sistemi de toplumun kendisi gibi dinamik bir yapıdadır ve zaman içinde değişebilir.

 KÜLTÜR ve ETİK

Etiğin toplumdan bağımsız olmadığı düşünülürse, her toplumun farklı bir değerler sistemi yaratacağı ve farklı kültürlerin farklı etik değerleri yücelteceği sonucu ortaya çıkmaktadır. Bu sonuç bizleri etik mutlakçılık ve etik görelilik kavramlarına götürür.Etik mutlakçılık, evrensel etik değerlerin varlığına ve uygulanabilirliğine işaret ederken din, gelenek veya yazılı ilkelere dayalı bir otoritenin desteğini ima eder. Etik görelilik anlayışı ise etiğin nesnel bir geçerliliği temsil etmediğini; bireyler ve toplumun neyin etik olduğuna dair duygu ve düşüncelerini yansıtmaktan öteye gitmeyeceğini savunur.Toplumlar ve bireyler arasında değerler, tutumlar ve yaşam deneyimleri (toplumsal anlamda tarihsel birikim) açısından farklılıklar göz önüne alındığında mutlak ve evrensel etik değerleri geniş ölçekte savunmak güçtür. Yalnızca çok temel bir takım ahlaki kabullerin evrensel ölçekte var olduğu ileri sürülebilir (yaşama hakkı, özgürlük, eşitlik gibi değerlerlerden kaynaklanan ahlaki kabuller) ancak bunların bireyler tarafından kavranış biçimleri toplumlar ve kültürler arasında farklılaşacaktır.

 Örgüt Kültürü ve Etik

Toplumların özgün kültürlerinin yanı sıra örgütlerin de kendi içlerinde farklılaşmış bir kültürü olduğu bilgisi ışığında; yönetim bilimi açısından örgüt kültürünün etikle ilişkisi incelenmesi gereken bir kavramdır. Örgütlerin kültürleri; örgüt kararları ve örgüt içinde davranış biçimlerini etkileyen etik değer ve normları kapsar.Bu açıdan örgütün kültürünün tanımlanması ve irdelenmesi örgüt içinde etiğin konumlandırılması açısından birincil önem taşır. Bu konu Örgüt Kültürü ve İş Etiği başlığı altında kapsamlı olarak incelenecektir.

 İŞ ETİĞİ

 Sosyal Sorumluluk

1960larda ortaya çıkan sosyal sorumluluk kavramı iş etiğinin öncüllerinden birini oluşturmaktadır. Sosyal sorumluluk basit bir tanımla firmaların içinde bulundukları topluma karşı üstlendiği yükümlülükleri ifade eder. Toplumsal bir sözleşmenin varlığını ve sözleşmenin taraflarının ahlaki sorumluğunu öngörür. Sosyal sorumluluk dört boyutta irdelenebilir: İhtiyari, Etik, Yasal ve Ekonomik. İhtiyari boyut ‘toplumun arzu ettiği ama firmadan talep etmediği toplumsal ve insani hizmetleri kapsar’. Yasal sorumluluğun sınırları kanunla çizilmiştir. Ekonomik boyut, toplumun refahını azaltıcı eylemlerin önlenmesine ilişkin bir sorumluğa işaret eder. Etik boyut, yapısı itibarıyla geniş anlamda yorumlanmaya açıktır. Firmanın toplumla karşılaşma alanında; doğru, iyi, dürüst, güvenilir ve adil olma yükümlülüğü olarak tanımlanabilir. Firmaların sosyal sorumlulukları kurumsal, örgütsel ve bireysel olmak üzere üç ayrı düzeyde irdelenebilir. Kurumsal sorumluluk bir örgütün topluma karşı tüm sorumluluklarını kapsarken; örgütsel sorumluluk firmanın toplumdaki spesifik işlevi üzerinde odaklanır. Bireysel düzeyde sosyal sorumluluk, bir örgütün içinde yer alan bireylerin, özellikle karar alma süreçlerinde topluma karşı sorumluluğunu içerir.

Sosyal sorumluluk kavramının içeriğine özellikle ekonomik sorumluluk kavramından yola çıkılarak eleştiriler yöneltilmiştir. enm.blogcu.com. Bir işletmenin yönetiminin temel sorumluluğunun hisse sahiplerine karşı olduğu ve işletmenin tanımı gereği hissedarların servetlerini ençoklamayı amaç edindiği düşüncesinden hareketle; sosyal sorumluluğun ekonomik boyutunun, firmaların rekabet gücünü azalttığı ve birincil önceliklerinin göz ardı edilmesine yol açtığı belirtilmektedir.

Sosyal sorumluluk kavramıyla eşzamanlı olarak ortaya çıkan bir diğer kavram sosyal uyumluluk (social responsiveness) kavramıdır. Bu kavram firmaların; kamu baskılarına toplum üzerinde elle tutulur etkiler yaratacak sosyal programları uygulamaya koyarak tepki verme, firma bazında hedeflerin sosyal hedeflerle çakışıp çakışmadığını göz önüne alma ve toplumsal sorunlarla ilgilenme düzeylerini yansıtır. Temel olarak firmanın sosyal etkilere tepki verip vermediğini ölçmeyi amaçlar.

1960 ve 1970lerde giderek önem kazanan sosyal sorumluluk kavramını 80li yıllardan itibaren iş etiği kavramı takip etmiştir. Özellikle Amerika’da 1980lerden günümüze iş etiğinin önem ve ağırlığı inkar edilemez bir boyutta artmıştır.

 Çalışma Ahlakı

İş ahlakının kapsamı içinde ele alınması gereken bir başka kavram, bir toplumun üyelerinin çalışmaya dair değer ve tutumlarını yansıtan çalışma ahlakı kavramıdır. Toplumun ve bireylerinin üretim ve değişim ilişkilerine bakış açısı kültürden kültüre farklılık göstermektedir. Kimi kültürlerde çalışma ve üretme toplumsal yaşamın başlıca amaç ve gerekliliğiyken başka kültürlerde farklı öncelikler göze çarpmaktadır. Max Weber’in sosyolojiye yaptığı önemli bir katkı olan Protestan ahlakı kavramı; din, üretim ilişkileri ve kültür arasında özel bir bağlantı kurmaktadır. Tanım olarak Protestan ahlakı; çalışmayla ilgili değer ve tutumlarda; çalışkanlığa, kaynakların tutumlu kullanılmasına, servetin biriktirilmesine, elde edilecek ödüllerin geleceğe ertelenmesine ve başta zamanın boşa geçirilmesi olmak üzere her türlü israftan kaçınmaya odaklanan bir anlayıştır. Weber’in teorisi kapitalist girişimcinin ortaya çıkışını Kalvinist asetizmle bağdaştırmaktadır. Kalvinizmin özünde çalışma, tutumluluk ve tasarrufların üretime aktarılması yatar. Katolik inancındaki dünya işlerinden çekilme yoluyla çilecilik anlayışının yerine dünyasal bir çilecilik (innerworldly ascetizm) getirilmektedir. Kişiler çalışarak ve üreterek bir anlamda dini görevlerini yerine getirmektedirler. Weber, Kalvinizm tarafından yaratılan kapitalizm ruhunun Katolik ve İslam inancı tarafından yaratılamayacağını savunmaktadır. İslam dininin kapitalizm ruhuyla bağdaşmaması Weber tarafından üç nedenle açıklanmaktadır. Birincisi Sufizm’in dünya işlerinden çekilmeyi öngören kaderci yapısıdır. İkinci neden fetih ve cihat anlayışlarının kapitalist üretkenliğin karşı kutbunda oluşudur. Üçüncü neden ise İslam ülkelerinin mutlakıyetçi yapısında mülkiyetin gelişmeyeceği ve dolayısıyla sermaye birikiminin sağlanamayacağı düşüncesidir.

Toplumun mülkiyet haklarına bakış açısı ve bu konudaki tarihsel birikimi çalışma ahlakı üzerinde doğrudan etkilidir. Bireysellik kavramıyla yakından ilişkili olan mülkiyet kavramı, üretim ilişkilerini önemli ölçüde belirlemektedir. Yaygın kanı, bireyselliğin yüceltilmediği ve mülkiyet haklarının yeterince gelişmediği ülkelerde çalışma ahlakının, özelikle Protestan Çalışma Ahlakı Ölçütlerine göre (PWE scales) zayıf olacağı yönündedir. Ancak ampirik bulgular günümüzde otoriteye uzaklığın yüksek olduğu kolektivist toplumların Protestan Çalışma Ahlakı ilkelerini Avrupa ve Amerika’ya oranla daha yüksek oranlarda benimsediğini göstermektedir.Bu durum Protestan ahlakının gelenekselcilikle bağdaştırılması yoluyla açıklanmaktadır.

Çalışma ahlakını toplumun dinsel inanışlarıyla ilişkilendiren bir diğer teori İslam dininin ve Müslüman toplumların çalışmaya ait tutum ve değerlerini temel almaktadır. Özellikle Arap toplumları üzerinden yürütülen araştırmalarda söz konusu toplumların merkeziyetçi ve kolektivist yapısının kalkınma ve gelişme üzerindeki etkileri incelenmektedir. Körfez ülkeleri üzerinde yapılan bir araştırma bu ülkelerin Protestan Çalışma Ahlakı ölçütlerini benimseme oranını beş faktöre dayanarak ölçmektedir: Çalışkanlığın takdir edilmesi ve benimsenmesi, tembelliği küçümseme, dinsel ahlakçılık, bağımsızlık ve asetizm. Araştırmanın sonuçları Arap toplumlarının yüksek ölçüde Protestan Çalışma Ahlakı ölçütlerine uyduğunu göstermiştir.Bireyciliğin düşük ve otoriteye uzaklığın yüksek olduğu Arap toplumlarının kapitalist üretim sürecine uyum sağlayamayacağı önermesine, Müslüman kültürünün ve İslam dininin ticaret ve çalışmayı yücelttiği savıyla cevap verilmektedir.

 İş Etiğinde Yaklaşımlar

Bireylerin ve toplumların ahlaki değer yargılarının, iş hayatına ve temelde ekonomik bir niteliğe bürünmüş olan bir ilişkiler ağına uyarlanmasıyla karşımıza iş etiği kavramı çıkmaktadır. İş etiği genel anlamda etikten farklı bir değer, norm ve ilkeler kümesi değildir. Etik, kavram olarak keskin hatlarla doğru ve yanlışı, iyi ve kötüyü, yapılması gereken ve yapılmaması gerekeni belirlemekle birlikte; iş etiği söz konusu olduğunda, etik gerçekçilik ve kültürel görelilik kavramlarının da devreye girmesiyle yapılması ve yapılmaması gerekenler arasındaki ayrım bir muğlaklığa itilmektedir. Kültürel görelilik evrensel etik ilkelerinin varolmadığını savunur.  enm.blogcu.com. Etik gerçekçilik görüşünün temelinde; bir ekonomik ilişkiler ağı içinde aktörlerin bir kısmının ahlaki davranmamayı seçmesi durumunda, diğerlerinin etiğe uygun davranarak rekabetçi güçlerini önemli ölçüde azaltacakları , dolayısıyla aktörlerin gayri-ahlaki davranışlar sergileme eğiliminde olacağı düşüncesi yatar.

KAYNAK;http://enm.blogcu.com/is-etigi-nedir/3303663

Kriz Yönetimi ve Halkla İlişkiler

indir
Krizler, itibar kaybına neden olabileceği gibi, kurumun sektörden silinmesine de yol açabilir. Kurumların kriz gerçeğini kabul etmeleri ve kriz planına sahip olmaları, krizle mücadele edebilmenin ve krizi fırsata dönüştürmenin tek yoludur.
Krizin fırsata dönüşme olasılığı kadar, yeni krizlere yol açması olasılığı nedeniyle krizleri yönetebilmek için çeşitli senaryolar üretilerek kriz ve kriz iletişim planları geliştirilmelidir.
Hermann’a göre krizden söz edebilmek için üç koşulun birlikte ortaya çıkması gerekir.
  • Kuruluşun itibarının sarsılması
  • Sorunun çözümlenmesi için sürenin çok kısıtlı olması
  • Kuruluş tarafından beklenmeyen zamanda meydana gelmesi

 

Kriz sözcüğünün, halkla ilişkiler literatürüne son yıllarda girmesine karşın, uygulamada kökleri Ivy Lee’ye kadar uzanmaktadır.

1902 yılında maden ocaklarındaki kötü çalışma koşullarını protesto etmek amacıyla, United Mine Workers sendikasının şemsiyesi altında 150.000 kişinin katılımıyla grev gerçekleşmiştir. Gerçekleşen bu krizin atlatılmasında düzenli bilgi akışı ve Ivy Lee önemli rol oynamıştır. Basın bültenleri kriz iletişimi sürecinde Ivy Lee’nin temel iletişim yöntemi olmuştur.

Aynı yıllarda Pennslyvania demir yollarında yaşanan krizin atlatılabilmesi için yine Ivy Lee’nin desteğine başvurulmuştur, böylelikle uygulamada literatüre girişi kadar yeni olmayan kriz yönetimi ve iletişimi halkla ilişkiler uygulamaları içinde yerini almıştır.

Halkla İlişkiler uzmanı, bir toplumun, bir kuruluşun ya da bir kişinin yaşamında görülen, güç dönem olarak tanımlanan krizin sonuçlarının, daha sonraki aşamaları belirleyici/etkileyici olduğu gerçeğini dikkate alarak önlemler geliştirmeli, korkulu rüya görmektense, uyanık kalmak tercih edilmeli beklenmeyen bir zamanda, istenmeyen ve çözümü acil olan bir durumla karşılaşmamak için her türlü olasılık değerlendirilmelidir.

Çünkü krizlerin neden olduğu itibar kaybı, kaliteli iş gücünü işletmelerden uzaklaştırırken, hisse senetlerinde değer kaybı yaşanmakta, markaya, ülkeye ya da şirkete karşı güven erozyonu oluşmakta, itibar kaybı yüzünden büyüyen finansal kayıplar istenmeyen sonuçlara yol açmaktadır. Buna karşın iyi yönetilen ve izlenen akılcı iletişim politikalarıyla ortaya çıkan krizlerin fırsata dönüştürülmesi olanağı her zaman söz konusudur.

Krizde Olasılık Planları

Beklenmeyen olaylar için hazırlık ya da B planı, krizlerle başa çıkabilmenin temel şartıdır.

Etkili bir olasılık planı geliştirebilmek için planlama grubu oluşturmalı,

Sorunun kapsama alanı ve sınırları belirlenmeli,
Plan oluşturmalı,

Plan test edilmeli,
Ve plan belli aralıklarla test edilmelidir.

 

KAYNAK;http://marketingofficers.blogspot.com.tr/2012/07/kriz-yonetimi-ve-halkla-iliskiler.html